Çarşamba, Aralık 03, 2008

Taşındık

Artık gevezelik hayatımıza http://sizomunfreni.yavuzyilmaz.net adresinde devam ediyoruz.

Perşembe, Kasım 27, 2008

Çerez Kavanozu Hipotezi

Çerez tabağı teoremi üzerine çok düşündük; teoriyi geliştirerek bir adım ileriye götürmek adına mesai harcadık ve yeni varsayımlar ortaya attık:

Bu tabakların içerisinde, hani neyse idare ederiz, olsun olsun bu da yenir elbet şeklindeki fukara avuntularıyla uzanılan beyaz leblebilerin deniz kenarından toplanmış çakıltaşı kıvamında çıkma ihtimali vardır ki; bu ihtimal her çerez tabağında, en az tabağa uzanma ihtimali olan kişi sayısı kadar taş gibi beyaz leblebi bulunur varsayımıyla açıklanmaktadır.

Sorular sorduk:, cevaplarını bulduk:

En az leblebi ve fıstık denen çerezlerin görünümlerinin arasındaki uçurum kadar onları tadan insanlara yaşattıkları zevkler arasında da bir uçurum mevcuttur.

Ve yılmadık, yine sorduk:

Peki buradan yola çıkarak, çerez tabağında aranılan şeyin aslında fıstık olmadığı ve kişinin o anlık ağzındaki tat bozukluğunu düzeltmeye en uygun çerez nevî olduğu sonucuna vara bilir miyiz?

Sonunda karanlığın ortasında parlayan turuncu, sıcak ışığa ölümüne uçan yusufçuklar gibi tünelin sonunda gördüğümüz ışığı hayatın anlamına bir kenarından iliştirdik:

Karşında gördüğün beyaz ışığın tünelin sonundaki ışık olduğunu düşünebilirsin elbette. Ancak unutmamak lazım ki gördüğün parlaklığın tünelin sonundaki ışık olma ihtimali, o tünelden geçen tren seferlerinin sayısıyla ters orantılıdır.

Diyeceğim şu ki; birgün barmenin onüne koyduğu çerez tabağında fıstıktan başka çerez olmayabilir. İşte o vakit, eline aldığın fıstıkların yenebilir olma ihtimali devreye girer ki bu ihtimali hesaplarken fıstıkların senden hoşlanıp hoşlanmadığı düşüncesi ile başbaşa kalabilirsin. İşte bu noktada fıstıkların seni seçtiğini düşünecek kadar içmiş bile olabilirsin.

Hayat, lineer olduğu iddia edilen zamanın çizgisinde kendi halinde ilerken, nereden geldiği meçhul atakların hedefi olduğu açıktır ve bu sebeple uzun süreli sessizliklerin ardından fırtına bulutları altına esir düşmüş denizler kadar dalgalı zamanların gelmesi yüksek ihtimallidir.

Bunu geçtiğimiz asrın pesimist düşünürü Yüzbaşı Murphy daha kısa ve öz açıklamıştır:

"Er ya da geç olası en kötü koşullar zincirlemesi vuku bulacaktır."

Der ki; eser miktarda karışık çerezin birarada bulunduğu dar ağızlı bir kavanozun çalkalanması suretiyle alt-üst edilmesi ihtimali, aynı kavanozda parmakların ulaşabildiği derinlikte bulunan fıstık miktarı ile ters orantılıdır.

Parmakların ulaşabileceği yakınlıktaki fıstık miktarı ne kadar yüksekse hayatının alt üst edilme ihtimali o kadar uzaktır. Kavanozun kapağını kapatmak ise içindeki çerezlerin bayatlamasına sebep olacaktır.

(Beyaz leblebi severlerin sokağın köşesindeki dükkana bakmalarını tavsiye ediyoruz.)

Pazartesi, Kasım 24, 2008

buraya kadar geldik kardeşim güle oynaya, bundan sonrası zaten hava civa

Daha evvel hiç güneşten ısınmış mıcırımtrak çakıltaşlarının üzerinde yalınayak yürümüşlüğün var mıdır? Bu konuda çok büyük tecrübelere sahip olduğumdan sormuyorum elbette. Aklıma geldi, düşünüyorum kendi kendime.

Nereden çıktığını ben de pek bilmiyorum, öyle durup dururken çıktı, sabah kalkıp da aynaya baktığında dün olmayan bir sivilceyi farketmek gibi belki. Yağmurun ince damlalarının, yüzüne yüzüne esen soğuk rüzgarla birleşerek yüzünü gözünü çizdiği alacakaranlık günde, soförün yanındaki koltuğa oturmak suretiyle bindiğin ticari takside belki soförün sigara ikramından, belki de kasetçaların üstünden bir yerden esen o sıcak rüzgardan sebep kendini bir hayli rahatlamış hissedip de konuşmaya, bir çözüm bulmaktan çok sırtındaki yükünü azaltma niyetiyle anlatmaya başlamak gibi bir durum gibi sanki.

Ne idi? Hah! Evet, daha evvel hiç güneşten ısınmış mıcırımtrak çakıltaşlarının üzerinde yalınayak yürümüşlüğün var mıdır diye sormuştum. Taşların beyaz yahut griye çalan mavi olmasının bir önemi yok.

Hani böyle rahat rahat yürümeye başladığını hissettiğinde içlerinden pek de haşarı olanlarından biri ayağına batıverir bir anda. Ani ve hızlı bir iç çekiş ardından çok fazla umursamamaya çalışarak diğer adımını atmaya devam edersin, buraya kadar geldik kardeşim güle oynaya, bundan sonrası zaten hava civadır belki de, hani şu çakılları ısıtan güneşin altında kaynamaya yüz tutmuş akılda.

Diğer ayağını uzatıp da yere bastığın anda bir diğer muzır taş yine ayağına batar, üstelik tam ortayerine, hani hassas olan yere işte...

Artık adımlarını daha bir korkak atmaya başlamışsındır. Güneşin zihni iyiden iyiye pişirip doğru düşünmesini engellemesinden midir, yoksa kendini bilmez bir diğer mıcırın daha ayak tabanlarından birinde kendine yer edinmeye çalışmasından mı korkarsın bilinmese de artık adımlarını daha bir korkak atmaya başlamışsındır ve şu bir gerçektir ki artık adımların eskisi kadar sert ve sağlam basamıyordur yere.

Ve yol boyunca her iki adımda bir, mıcırlar ayağına batmaya devam edecektir...

Cuma, Mayıs 30, 2008

Ah!

hayat burnumuzun dibinden bir film şeridi gibi hızlı, boğazın akıntıları kadar soğuk ve karışık akıp giderken; ne halt yemeye ettiğimizi bile bilemeden, avazımız çıktığı kadar sustuk gözlerimizin tam da bebeklerine baka baka.

tüm dileklerimizi, isteklerimizi, öfkelerimizi ve çığlıklarımızı zihnimizin en karanlık dehlizlerinde, tırnaklarımız marifetiyle içimizde bir yerlerde açtığımız yaralara kustuk. kustuk ve bekledik antiseptik dökülmüş yaralarımız gibi sıhhat bulup, iyileşmesini.

ham incir sütü dökülmüş yaralar kadar morarırken içimiz, biz elimizdeki bozuk paralarla ciklet alıyormuşçasına merhametsiz harcadık vaadedilmeden hediye edilmiş zamanı.

gün gelip de iltihapların verdiği acıyla kıvranmaya başlayınca cânına düşkün yürek, elimize her geçirdiğimiz yumuşak yaprağa sildik gözyaşımızı. sildik ve kapattık rahatlattık sandığımız göz kapaklarımızı. belki de ısırgandı, hiç düşünemedik yaprakları.

sırtımıza bindirildikçe hediye edilmiş zamanın ağırlığı, yükü altında güçsüzce yığılan toy katırlar kadar düşünemedik yükümüzün hayrını; yığıldık ve kaldık.

oysa elimde bir dünüm vardı, bugünü yaşamama yardım eden; bir de bu anım. yarın bana hiç verilmedi ve vaad edilmedi.

yarın olma olasılığının ilham edilmesi bile beni ne çok değiştirdi..

Cuma, Mayıs 16, 2008

Şalter

Hani halk arasında şalter olarak da bilinebilen elektrik sigorta alternatif ve doğru akım devrelerinde kullanılan cihazları ve bu cihazlara mahsus iletkenleri, aşırı akımlardan koruyarak devreleri ve cihazı hasardan kurtaran açma elamanları diye bilinir.. Sigortalar evlerde, elektrik santrallarında, endüstri tesislerinde kumanda panolarında, elektrikle çalışan bütün aletlerde kullanılır ki ani yüksek akımda yahut uzun süreli limit akımda, sigorta devreyi kesecek olan mekanizmayı öyle ya da böyle tetikleyerek devreyi keser ve daha fazla akım gitmesine engel olur.

Tahminime göre biz beynini aktif olarak kullanabilen yaratıklarda elektrik akımlarının türevleri ile çalışıyor olduğumuza göre bir takım sigortavari elemanlara sahibiz içerilerde bir yerlerde. Ani, yüksek yahut sürekli gelen akınlarda bu eleman koşar gider ve yetkili mercilere haber vererek türlü şekilde iletişimde olan noktaların iletişimini, etkileşimini keserek bir nevi imdada yetişir.

Hele bir de böyle gelip giden ani ve yüksek akımların etkisini arttıracak türlü katalizörlerle desteklenen olaylarda durum sanki bir miktar daha farklı cereyan ediyormuş gibi hissediyorum. Hissediyorum diyorum zira bir ya da sayılarını tahmin edemediğim bir kaç sigorta elemanı görevlerini itina ile yerine getirmiş gibi geliyor bana ve hatta hala daha ilgili elemanlardan haber alınamıyor olması içimde derhal arama kurtarma ekiplerine haber verilmesi ve bir acil müdahale ekibi kurularak duruma el koyması sağlanması gerektiği konusunda ince ince dürtüklüyor, yetmiyor aba altından sopa dahi gösteriyor.

Sigortalar atıp, şalterler indiği zaman önce elektriğe bağlı aletlerin bağlantısı kesilir ve şalter o şekilde kaldırılır ki olası bir aksaklıkta edevata zeval gelmesin.

Ben de ne yapmam gerektiğini düşünüyorum şu sıra, ince ince. Hangi edevatların akımla olan bağlantısını kesmeli ve hatta kaldırıp tavan arasına kaldırmalı onu tartışıyorum kendi içimde.

Hadi bakalım, şimdi sigara bul ki içesin.

Perşembe, Mayıs 15, 2008

Senfonik şarkılar çalıyor içimde

herkese selamlar edip, güler bir yüzle sohbet etmek gibi bir istek büyüyor içimde.

biliyorum ki ben olmadığım sürece çok şey kaçacak orada, üzülüyorum sırf bu nedenle.

hani biliyorum ya gözden ırak olunca insanın gönülden de uzaklaştığını, daha da üzülüyorum ileriyi düşündükçe.

içimde bir sıkıntı var. bu sefer sebebini bildiğim. gözlerimde bir yığıntı var, görmesinler diye gizlediğim.

bir şarkı çalasım var, silip silip yeniden başlamasını istediğim.

dostlarımı göresim var, kulak kesilip dinlemek istediğim.

isteklerim var evet ve sabırsızım bu konuda ama sabırlı olmak gerek, birinci kural olarak bildiğim.

şimdi gözlerimi kapatıp, uyumam gerek. istemiyorum.

ve ardından fonda senfonik bir ritim başlıyor, hani az önce dinlemek istediğim.

evet, hani uçurum demişti ya düşünür, seviyorsan yükseklerde yaşamayı, bir çift kanadın da olmalı!

çok sorum var. hani, nerede, kim, nasıl, neden diye başlayabildiğim ve aralarına "ama"ları yerleştirip, hiç beklenmedik bir anda orta yere koyup her şeyi berbat edebileceğim.

evet, sevdik uçurumları hiç olmadığı kadar!
bizi çeken ne yükseklerdi, ne de rüzgarın serinliği...

konuşmam gerek.
tüm bildiklerimi ardı sıra dizmeliyim.
hayır, belki de susmalıyım.
ya da dökmeliyim tüm yaşlarımı, kurutmalıyım içimi.

evet, hayat bize oyun oynuyor olabilir.
hayır, biz hayat denen oyunda oynuyor olabiliriz.

silemiyorum, başa dönemiyorum.
yapamıyorum, özlüyorum.

aklıma bir zaman ettiğim laflar geliyor, afallıyorum. evet, hayat diye yazılagelmiş bir oyunda olduğumuzdan süpheleniyorum.

bugün, o gün, son günmüş.

uzatmak istiyorum ellerimi, her bir şeyi unutup. tutup, çekip getirmek istiyorum yanına gidemediklerimi.

ne ben inanabiliyorum yapabileceğime, ne duyanlar gülmeden edebiliyor.

evet, biz zevk aldık diğerlerinin bulunmaktan zevk aldığı o yüksek yardan atlamaktan.

gitmek,
kalmak.

biz uçurumların meltem esintili yüksekliğinden yerin toprak kokulu sertliğine çakılmayı sevdik.

biz, uçurumları sevdik kanatlarımız olmadan.

gülüyorum.
söylesem mı?
ağlasam mı?

Salı, Mayıs 06, 2008

ben bir mülteciyim

Ben bir mülteciyim
Kendi yüreğimden başka
Sığınacak yerim yok yurdum yok

Ben bir mülteciyim
Yüreğime sığındım
Burda savaş çıksa bile ölen yok

Tüm hayallerin sonsuzluğa
Ve sona erebildiği yerdeyim
Tüm niyetlerin bedenleri varmışcasına
Görülebildiği bir yerdeyim

Ben bir mülteciyim
Yüreğimde yaşıyorum
Esir değil kul hiç değil
Kendimde yaşıyorum

Ben bir mülteciyim
Burda aslında sınır yok
Kazanmak kaybetmek yok
Bu güçten daha büyük güç yok

Artık eminim her şey içimde filizlenip
İstersem büyüyor bakmazsam çürüyor
Aşil topuğum aşktı,
Başka yüreklerde mutlu olmadım, yaşayamadım

Oysa içimde ne ok var ne de atan
Ne yön ne arka ön
İster yaşa ister sön

Ben bir mülteciyim
Yüreğimde yaşıyorum
Esir değil kul hiç değil
Kendimde yaşıyorum

Ben bir mülteciyim
Burda aslında sınır yok
Kazanmak kaybetmek yok
Bu güçten daha büyük güç yok

Ben bir mülteciyim
Kendi yüreğimden başka
Sığınacak yerim yok yurdum yok

Tüm kitapların arasında kurutulup saklanan
Anılarla dolu bir yerdeyim
Tüm sözcüklerin cümlelerden kurtulmuş gibi
İncitmeden özgür kalabildiği yerdeyim

Cuma, Mayıs 02, 2008

Yazıyorum bakmadan

Cemali'nin söylediğini düşünerek açtığım bir şarkı çalıyor kulaklarımda...

Gözlerim kötü. Düşlerim; onlar daha da kötü.

Parçalansam, yıpransam, yok olsam, bir hiç olsam...

Sever misin o zaman diyor mikrofondaki ses, sever misin o zaman.

İçimin sıkıntısını anlatmaya yetmeyecek bu beyaz satırlar. Parmaklarımın güçlerinin yettiği kadar sert vurduğu şu klavyenin gücü yetse tüm bu satırları doldurduğum kargacık karakterlerle anlamsız bir siyaha boyamak geçerdi içimden.

Simsiyah...

Güzel sesleri bulunan bir kadının fırtınası başlıyor kulaklarımda. Senfonik bir başlangıç içimdeki bu anlamsız coşkunun sebebi. Karşımda uzanmış biri, penceredeki anlamsız ışıkları izlediğini düşünüyor.

İçimden daha da anlamsız sözler sarfetmek, bağırıp, önüme gelen duvarları yumruklamak, yıkmak, parçalamak geçiyor...

Basar giderim diyor...

Giderim.

Bir mankafa edasıyla bindiğim atımla, barbarlaşmış gözlerim ve sıktığım yumruğumla sokaklar ortasındaki anlamsız kavgalara dalıp korku salmaktan başka birşey geçmiyor kana susamış gönlümden.

Sol ayağımın sallantısı müziğin ritmine bir türlü uymayan bir tik tavrı ile hareket ediyor.

Ben de bir mülteci miyim?

Silip silip baştan yazmak, çizmek, boyamak ve yeniden silmek istiyorum; kısıtlı yeteneklerim izin vermiyor.

Siliyorum, bir sonraki damlanın akıp gitmesine izin vererek.

Gücün var mı? İnci taneleri için?

Cesaret? Esamesi okunmuyor şu sıralar. Kümesine tilki dalmış bir tavuk kadar korkak ve savunmasız hissediyorum.

Yorgun gibiyim. Duygularım alt üst, karmakarışık.

Sildim, baştan başlayabilmeyi diliyorum...

Sol ayağımdaki ritimden yoksun titreme bedenimin üst yarısına geçiyor. Gözlerimin önünde bir siper olmasından başka hiç bir yanını sevmediğim gözlüklerim yine görevini başarıyla yapıyor gibi.

Hayatı sıfırlamak, sil baştan...

Her şeyi unutmak geçiyor içimden. Yapamadığımı gördükçe kahrediyorum, bildiğimi düşündüğüm tüm küfürlerin bir bir ağzıma gelmesini sağlayarak..

Ne yazdığımdan haberdar oluyorum, ne arkamda bıraktığım siyah kelimelerden ne önüme çıkacakları biliyorum.

Silmek...

Vurmak, kırmak...

Bağırışlar.

Bilgisayarımın gücü yettiğince bağırmasını sağlıyorum. Duymak değil, düşüncelerimde kalmasını dahi istemiyorum. Korkuyorum düşlerime düşmelerinden.

Defter olsam, satır satır güzel kelimeler üzerime dizilse...

Yıpransam, parçalansam, bir hiç, ah bir hiç olabilsem...

Güzel bir kadın sesi geliyor kulaklarıma. Aşk, aşık, dağları aşsam ya da yanıp, düşüp, ağlasam...

Şarkıya ayrılmış sürenin sonuna gelirken sessizleşen vokallere kızarak en başına taşıyorum içimi hüzünlendiren nağmeleri.

Daha fazla duymak istemiyorum, dinlemiyorum.

Kulaklarımın önüne kurduğum bariyerler bir bir aşılıyor aman verilmeden...

Defter olsam. Karalansam, anlamsız renklerle boyansam...

Yıpransam, parçalansam, yok olsam, bir hiç olabilsem...

Kim?

Çırpınsam, düşsem, inlesem, ağlasam, yansam...

Severler mi ki o zaman?

Ne yazdığımı bilmeden dinlemeye devam ediyorum, kendi kendime Cemali olduğunu düşündüğüm vokalleri. Pencereden bakıp gözlerimi indiriyorum, baktığı görüntüleri dalgalanan gözlerimi.

Kendimi Bülent Ortaçgil olduğuna inandırdığım bir gitaristin notaları çalınırken kulaklarıma, beni büyük gürültülerin bir başkasından koruduklarını gördükçe üzüntülerim artıyor.

Çöllere düşüp, çırpınsam...

Yansam, sana yansam, susuzluktan kavrulsam...

Severler mi o zaman...

Bitiyor. Bitmesine dayanamadığımı farkediyorum bir kez daha başlamasını sağlayarak.

Dayanamıyorum. İşitmek istemiyorum tek bir kelimeyi, engel olmuyor kulaklarım. Tıpkı aradaki duvarların, kapıların yapmadığı gibi.

Süslü kelimeler bulup, her birini özenle bir bir dizsem...

Derdinle dolup, dağları aşsam...

Olur mu, aşık olsam?

Olmuyor, silip başa alsam...

Yine olmuyor. Artık ne başa alasım geliyor içimden, ne göz yaşlarımı engellemeye çaba göstermek.

Cesaretim kalmadı. Konuşamıyorum.

Gözlerimi kapatıp, çıkıyorum bir üst kata çıkması adına dualar edip kurbanlar verdiğim ahşap merdivenleri, gıcırdamasına hiç aldırmadan...

Önüme her ne çıkarsa selam verip, devam etmek istiyorum ben.

Pazartesi, Mart 03, 2008

ov yeah!

enteresan haller içerisinde olduğumu sanıyorum pek derinden. böyle güneşin gözümüzün içine içine battığı ve fakat sıcaklık anlamında pek de önemli sayılabilecek bir atraksiyonda bulunamadığı günlerde içimde kümelenen sıkıntı bulutlarının etkisiyle olduğunu tahmin etmekteyim.

ne bileyim böyle tuhaf, sanki enginlere sığmayıp taşasım, dağları yırtıp coşasım varmış gibi geliyorlar yine bana.

günlerdir içimde birikip de duran bir takım düşüncelerin filiz veren tohumları olduğunu iddia ediyor olsam da yine de içimdeki o geveze ses tarafından farklı tınıların fısıldandığı hissine kapılıyorum inceden. farklı tınıların fısıldanması olayının nasıl hasıl olabildiğini ben de bilemiyorum. zira, her zaman olduğu gibi yine içimde konuşup duran bir gevezenin söylediklerini aktarıyorum herhangi bir kalp kadar temiz olmasını umut ettiğim bu sayfada akıp giden satırlara.

bir sıkıntı var. evet, farkındayım ki bir sıkıntı var. ancak bu sıkıntının olmaması gereken bir vak'a' nın olacak olmasıyla mı ilgili yoksa olmasını beklediğim şu vak'a' nın sürecinin bir miktar uzamış olmasıyla mı ilgili olduğunu pek çözemiyorum desem yeridir aslında.

anlayacağınız yine başladık antin kuntin durumların hasıl olmasıyla içine düştüğümüz sisli atmosferlerin içinde sağa sola bakıp işe yarar hiç bir halt bulamamaya. e olsun, alıştık. gayri bundan sonra da başka bir durumun ortaya ceh, ben geldim! edasıyla ortaya çıkarak şaşırtıcı bir durum olmasını beklemiyoruz ya efendim.

selametle.

Cumartesi, Mart 01, 2008

sıfırbirsıfırüçsıfırsekiz, cumartesi

şimdi böyle, son günlerle gayet sıkılmış bulunduğum her haliyle belli olan iş ortamından gayri kalan bir cumartesi sabahında parlak güneş altındaki istanbul'da felekten çalınmış bir gün edasıyla evde keyif yapıyorken insanın aklına türlü fikirler gelebiliyor. tv izlerken bile neler neler geçebiliyor insanın aklından. kalkıp fincanı halis sıcak çay ile doldurup gelene kadar, sadece salondan mutfağa kadar türlü hayati tehlikeler bile atlatabiliyor. sonra bilgisayar başında o sıcak ve kıymetli bardak çayı yudumlarken ansızın çalan bir telefon sizi bu keyifli durumun başka bir boyutuna taşıyıveriyor mesela. bir telefon konuşmasının bir insanı nerelere götürebileceğini tahmin bile edemezsiniz. gerçi hala daha telefon konuşmalarını ilçe sınırları içerisinde tutmayı başarabiliyorum ama ev yine de farklı bir durum. sonra telefon pat diye kapanır. hayır, aslında gayet medeni bir biçimde ayrılmışsınızdır ama her ne olursa olsun telefon pat diye kapanmıştır işte. ve sonra tekrardan bi mutfak ile salon arası gerilimi yaşarsınız, yine de banyodan salona geri dönmekten daha iyi olduğuyla avutursunuz kendinizi.

her neyse, sıcak bi' çay iyi gelecektir.

Cuma, Ocak 25, 2008

''Hiçlik'' Sizi Bilgeliğe Götürür!..

İnsanı zamanın ötesindeki bilinç düzeyine hazırlayacak olan iki sihirli sözcük vardır. Sevgi ve İyilik. Fakat bunların yanında bir sözcük daha var ki, buna ulaşmak daha zordur. HİÇLİK. Sevgi ve iyiliğin bize getireceği duygu.

(Yazar: Erol Yurderi)

Nedir hiçlik? Nasıl bir duygudur? Hiçlik'ten ne anlıyoruz?
İsterseniz konuya önce madde boyutunda hiçliği hissetmekle başlayalım. Eğer birgün, yaşadığınız yeri bir uzaylıya tarif etmek durumunda kalsaydınız, ne gibi bir cevap verirdiniz? Bilimsel verilere dayanarak belki şunları söyleyecektiniz. "Samanyolu adı verilen muhteşem bir galaksinin, dış kenarında yer alan küçük bir güneş sisteminin, üçüncü gezegeninde yaşayan varlıklarız." Ama bu cevap onun için hiçbir anlam ifade etmeyecekti. Çünkü samanyolu galaksisi 300 milyar güneşten oluşuyordu. Ve evrende bizimki gibi, milyarlarca başka galaksi de vardı.

Bizim içinde bulunduğumuz güneş sistemi gibi, milyarlarca güneş sistemi bir araya gelerek bir galaksi meydana getirir. Milyarlarca galaksi de, bir araya geldiğinde bir evreni oluşturur. Sonsuzlukta birçok evren düşünün ve o evrenler içinde kendinizi! Bu duygu sizi mutlaka hiçliğe götürecektir. Bir spiritüel bilgi bakın bu sonsuzluğu nasıl anlatıyor:

"Enini bilmediğiniz bir genişlik, ucunu düşünemediğiniz bir uzunluktasınız. Ve biliniz ki, mutlak şimdi sizin içinde bulunduğunuz o yer bile sınırlıdır, bir başka uçsuz bucaksızın içinde. Ve biliniz ki, öylesine uzanmıştır uzunluklar, genişlikler. Ve biliniz ki, en bilemeyeceğiniz yerin, en göremeyeceğiniz yerin en üstünde yalnız O, yalnız O'nun emri vardır. Ve şimdi siz küçüklüğünüzü böylece görüp, O'ndan, O'nun emrinden şüphe etmenin ne olduğunu düşünün."

Sonsuzluk!.. Güneş sistemimizi, galaksileri, evrenimizi, sonsuzluk olarak düşünelim!.. Hepimiz, sonsuzluğun birer parçalarıyız. Fakat biz insanlar, sonsuzluk içinde küçük bir nokta bile değiliz. Ama evrende bir yerimiz var. Ve bir ruh varlığı olarak, bu sonsuz yolculukta tekamül ederek, Yaradan’a doğru gidiyoruz. Bu gidişte iki büyük kombinasyon vardır. Bunlar, “kuşkusuz sonsuzluk” ve “koşulsuz sevgi”dir. Çünkü biz insan varlıklarının ve bütün ruh varlıklarının -hangi boyutta olurlarsa olsunlar- yürüyecekleri yollar ve yaşayacakları tekamüller, devamlı bu iki kombinasyondan geçer.

Kuşkusuz sonsuzluk geometrik bir şekildir. Ve hep yukarıya doğru bir gidiş vardır. Hep bir aşama gerektirir. Ve sonsuzluktur. Hiçbir kuşkuya yer vermez.

Koşulsuz sevgi de geometrik bir şekildir ve onda da hep yukarıya doğru bir gidiş vardır. Hep bir aşama gerektirir ve sonsuzdur. Unutmayalım ki, sonsuzluk da bir noktadır ve YARADAN'LA bir olabilir ancak. Fakat tekamüllerimiz için bu iki şeklin oluşturduğu kombinasyon şarttır. Çünkü yükseliş, özü buluş, bu kombinasyonu gerektirir.

Kuşkusuz sonsuzluk ve koşulsuz sevgi. Ancak bunu yaşayış, bunu idrak ve farkındalık, insanları istenen şuur ve şuurluluk düzeyine getirecektir.

Evrenimiz de çok büyük bir şuurdan oluşmuştur. Ve onu ancak içimizde, özümüzde yaşayabiliriz. Onu ancak şuurumuzda yaşatabiliriz. Fakat önemli olan O'nun ışığını, bilgisini özümüzde ve şuurumuzda bulmamızdır!.. Ve bunu ta içimizde hissetmemizdir. Bu duyguyu, bu şuuru koşulsuz sevmemizdir.

Evrende hiyerarşik bir düzen de vardır. Bizlerin üzerinde değişik düzenler ve planlar yer alır. Bu düzenler ve planlar hep var olmuştur ve olacaktır. Bütün varlıkların tekamül seviyelerini düzenleyen planlar vardır. Bu düzenlerde ve planlarda yer alan varlıklar da, tekamüllerinde farklı aşamalar yaparak, belirli kapılardan geçerek, oralara ulaşmışlardır. Bütün bu düzenler ve planlar tekamül zincirinin halkalarıdır ve birbirlerine sıkıca kenetlenmişlerdir. Bu düzenlerin varlıkları düşüncede, iyilikte, bilgide ve sevgide belirli bir olgunluğa erişmişlerdir. Onlar dahi kendilerini sonsuzlukta bir nokta olarak görmektedir. Çünkü Tanrı bilgisinin ve sevgisinin sonsuz olduğunu görmüşler, yükseldikçe kendi küçüklüklerinin farkındalığını yaşamışlardır. Ve bu onlarda bir "hiçlik" duygusu oluşturmuştur.

Manevi anlamda hiçliğin tarifi şudur; "Hiçlik, Tanrının yüceliği ve bilgisi karşısında, O'na hayranlık ve saygı duyarak, kendi küçüklüğünün farkındalığını yaşama halidir." Hiçlikte bilginin getirdiği büyük bir tevazu da vardır. Hiçlik aynı zamanda büyük bir bilgeliktir. Ayrıca hiçlikte kendini, yerini ve haddini bilme hali de vardır.

Evet, yaşam bir sonsuzluktur. Bunu bir bilebilsek!.. Korkularımızdan, kontrollerimizden, kendimizi "ben" dediğimiz duygularımızdan bir kurtarabilsek! Önce kendimizi, sonra herkesi, sonuçta hiçliği sevebilsek!.. Hiçlik kadar küçülebilsek, o noktaya varabilsek!.. O zaman neler olacağını, nerelere varabileceğimizi bir görebilsek!.. Bunu, şimdiki halimizle bir kıyaslayabilsek, bir karşılaştırabilsek!.

Bizler buraya doğru yol alan varlıklarız. Bütün ruhsal çalışmalar bizi özümüze, Tanrı'ya götürmektedir. Ama herşeyden önce bilgeliğe doğru büyük adımlar attırmaktadır. İşte burada bulmamız, ulaşmamız gereken yer "hiçlik" olmalıdır. İşte bu hiçlik, sadece bu hiçlik, bizi bilgeliğe götürür.

Tekrar sonsuzluğa dönelim. Sonsuzluk, uçsuz bucaksız sonsuzluk!.. Bizler bu sonsuzlukta sadece bir noktayız, görünmeyecek kadar küçük bir nokta, tıpkı düşünce gibi, tıpkı bilgi gibi. Düşünün!.. Tanrının büyüklüğünü, gücünü, bilgiyi ve sevgiyi düşünün!.. Öğrenilen bütün bilgiler ise, küçücük bir nokta. Bu noktaları hep birlikte çoğaltalım, bir çığ gibi büyültelim. Çünkü bu bilginin ve sevginin büyümesidir. Hepbirlikte bunun bilincine varalım. Çünkü artık gerçek zamanıdır, uyanış zamanıdır. Bu uyanışı hep beraber yaşayalım!.. Bu ışığı yakalayalım!.. Bunun yoluda doğrunun yoludur. Tanrı'nın, ilahinin, sevginin yoludur. İnsan olmanın yoludur, birliğin yoludur. Ve buradaki en büyük bilgi ise "hiçlik"tir. Tanrıya, birliğe varmanın yolu hiçlikten geçer. Bunu sakın unutmayalım!.


Bu yazı bir alıntıdır ve işte şuradan alıntılanmıştır.

Perşembe, Ocak 17, 2008

Kim bilir?

kim bilir belki de en doğru olan buydu dediğim gibi. kenarda durup, tüm olan biteni sanki hiç yokmuşçasına seyretmek.
evet böylesi daha keyifli ve hiç hasarlı olurdu. şimdi orta kulağım ortalığa dağılan fısıltılara alıştı. rahatsız etmiyorlar beni.

ben belki yokum, belki de kendi baharımda yokluk yorganım altında uyuyorum.
mavi pamuk bulutlar sakin süzülüyor ve güneş yağdırıyorlar üzerime.

gülüyorum...