Çarşamba, Aralık 03, 2008

Taşındık

Artık gevezelik hayatımıza http://sizomunfreni.yavuzyilmaz.net adresinde devam ediyoruz.

Perşembe, Kasım 27, 2008

Çerez Kavanozu Hipotezi

Çerez tabağı teoremi üzerine çok düşündük; teoriyi geliştirerek bir adım ileriye götürmek adına mesai harcadık ve yeni varsayımlar ortaya attık:

Bu tabakların içerisinde, hani neyse idare ederiz, olsun olsun bu da yenir elbet şeklindeki fukara avuntularıyla uzanılan beyaz leblebilerin deniz kenarından toplanmış çakıltaşı kıvamında çıkma ihtimali vardır ki; bu ihtimal her çerez tabağında, en az tabağa uzanma ihtimali olan kişi sayısı kadar taş gibi beyaz leblebi bulunur varsayımıyla açıklanmaktadır.

Sorular sorduk:, cevaplarını bulduk:

En az leblebi ve fıstık denen çerezlerin görünümlerinin arasındaki uçurum kadar onları tadan insanlara yaşattıkları zevkler arasında da bir uçurum mevcuttur.

Ve yılmadık, yine sorduk:

Peki buradan yola çıkarak, çerez tabağında aranılan şeyin aslında fıstık olmadığı ve kişinin o anlık ağzındaki tat bozukluğunu düzeltmeye en uygun çerez nevî olduğu sonucuna vara bilir miyiz?

Sonunda karanlığın ortasında parlayan turuncu, sıcak ışığa ölümüne uçan yusufçuklar gibi tünelin sonunda gördüğümüz ışığı hayatın anlamına bir kenarından iliştirdik:

Karşında gördüğün beyaz ışığın tünelin sonundaki ışık olduğunu düşünebilirsin elbette. Ancak unutmamak lazım ki gördüğün parlaklığın tünelin sonundaki ışık olma ihtimali, o tünelden geçen tren seferlerinin sayısıyla ters orantılıdır.

Diyeceğim şu ki; birgün barmenin onüne koyduğu çerez tabağında fıstıktan başka çerez olmayabilir. İşte o vakit, eline aldığın fıstıkların yenebilir olma ihtimali devreye girer ki bu ihtimali hesaplarken fıstıkların senden hoşlanıp hoşlanmadığı düşüncesi ile başbaşa kalabilirsin. İşte bu noktada fıstıkların seni seçtiğini düşünecek kadar içmiş bile olabilirsin.

Hayat, lineer olduğu iddia edilen zamanın çizgisinde kendi halinde ilerken, nereden geldiği meçhul atakların hedefi olduğu açıktır ve bu sebeple uzun süreli sessizliklerin ardından fırtına bulutları altına esir düşmüş denizler kadar dalgalı zamanların gelmesi yüksek ihtimallidir.

Bunu geçtiğimiz asrın pesimist düşünürü Yüzbaşı Murphy daha kısa ve öz açıklamıştır:

"Er ya da geç olası en kötü koşullar zincirlemesi vuku bulacaktır."

Der ki; eser miktarda karışık çerezin birarada bulunduğu dar ağızlı bir kavanozun çalkalanması suretiyle alt-üst edilmesi ihtimali, aynı kavanozda parmakların ulaşabildiği derinlikte bulunan fıstık miktarı ile ters orantılıdır.

Parmakların ulaşabileceği yakınlıktaki fıstık miktarı ne kadar yüksekse hayatının alt üst edilme ihtimali o kadar uzaktır. Kavanozun kapağını kapatmak ise içindeki çerezlerin bayatlamasına sebep olacaktır.

(Beyaz leblebi severlerin sokağın köşesindeki dükkana bakmalarını tavsiye ediyoruz.)

Pazartesi, Kasım 24, 2008

buraya kadar geldik kardeşim güle oynaya, bundan sonrası zaten hava civa

Daha evvel hiç güneşten ısınmış mıcırımtrak çakıltaşlarının üzerinde yalınayak yürümüşlüğün var mıdır? Bu konuda çok büyük tecrübelere sahip olduğumdan sormuyorum elbette. Aklıma geldi, düşünüyorum kendi kendime.

Nereden çıktığını ben de pek bilmiyorum, öyle durup dururken çıktı, sabah kalkıp da aynaya baktığında dün olmayan bir sivilceyi farketmek gibi belki. Yağmurun ince damlalarının, yüzüne yüzüne esen soğuk rüzgarla birleşerek yüzünü gözünü çizdiği alacakaranlık günde, soförün yanındaki koltuğa oturmak suretiyle bindiğin ticari takside belki soförün sigara ikramından, belki de kasetçaların üstünden bir yerden esen o sıcak rüzgardan sebep kendini bir hayli rahatlamış hissedip de konuşmaya, bir çözüm bulmaktan çok sırtındaki yükünü azaltma niyetiyle anlatmaya başlamak gibi bir durum gibi sanki.

Ne idi? Hah! Evet, daha evvel hiç güneşten ısınmış mıcırımtrak çakıltaşlarının üzerinde yalınayak yürümüşlüğün var mıdır diye sormuştum. Taşların beyaz yahut griye çalan mavi olmasının bir önemi yok.

Hani böyle rahat rahat yürümeye başladığını hissettiğinde içlerinden pek de haşarı olanlarından biri ayağına batıverir bir anda. Ani ve hızlı bir iç çekiş ardından çok fazla umursamamaya çalışarak diğer adımını atmaya devam edersin, buraya kadar geldik kardeşim güle oynaya, bundan sonrası zaten hava civadır belki de, hani şu çakılları ısıtan güneşin altında kaynamaya yüz tutmuş akılda.

Diğer ayağını uzatıp da yere bastığın anda bir diğer muzır taş yine ayağına batar, üstelik tam ortayerine, hani hassas olan yere işte...

Artık adımlarını daha bir korkak atmaya başlamışsındır. Güneşin zihni iyiden iyiye pişirip doğru düşünmesini engellemesinden midir, yoksa kendini bilmez bir diğer mıcırın daha ayak tabanlarından birinde kendine yer edinmeye çalışmasından mı korkarsın bilinmese de artık adımlarını daha bir korkak atmaya başlamışsındır ve şu bir gerçektir ki artık adımların eskisi kadar sert ve sağlam basamıyordur yere.

Ve yol boyunca her iki adımda bir, mıcırlar ayağına batmaya devam edecektir...

Cuma, Mayıs 30, 2008

Ah!

hayat burnumuzun dibinden bir film şeridi gibi hızlı, boğazın akıntıları kadar soğuk ve karışık akıp giderken; ne halt yemeye ettiğimizi bile bilemeden, avazımız çıktığı kadar sustuk gözlerimizin tam da bebeklerine baka baka.

tüm dileklerimizi, isteklerimizi, öfkelerimizi ve çığlıklarımızı zihnimizin en karanlık dehlizlerinde, tırnaklarımız marifetiyle içimizde bir yerlerde açtığımız yaralara kustuk. kustuk ve bekledik antiseptik dökülmüş yaralarımız gibi sıhhat bulup, iyileşmesini.

ham incir sütü dökülmüş yaralar kadar morarırken içimiz, biz elimizdeki bozuk paralarla ciklet alıyormuşçasına merhametsiz harcadık vaadedilmeden hediye edilmiş zamanı.

gün gelip de iltihapların verdiği acıyla kıvranmaya başlayınca cânına düşkün yürek, elimize her geçirdiğimiz yumuşak yaprağa sildik gözyaşımızı. sildik ve kapattık rahatlattık sandığımız göz kapaklarımızı. belki de ısırgandı, hiç düşünemedik yaprakları.

sırtımıza bindirildikçe hediye edilmiş zamanın ağırlığı, yükü altında güçsüzce yığılan toy katırlar kadar düşünemedik yükümüzün hayrını; yığıldık ve kaldık.

oysa elimde bir dünüm vardı, bugünü yaşamama yardım eden; bir de bu anım. yarın bana hiç verilmedi ve vaad edilmedi.

yarın olma olasılığının ilham edilmesi bile beni ne çok değiştirdi..

Cuma, Mayıs 16, 2008

Şalter

Hani halk arasında şalter olarak da bilinebilen elektrik sigorta alternatif ve doğru akım devrelerinde kullanılan cihazları ve bu cihazlara mahsus iletkenleri, aşırı akımlardan koruyarak devreleri ve cihazı hasardan kurtaran açma elamanları diye bilinir.. Sigortalar evlerde, elektrik santrallarında, endüstri tesislerinde kumanda panolarında, elektrikle çalışan bütün aletlerde kullanılır ki ani yüksek akımda yahut uzun süreli limit akımda, sigorta devreyi kesecek olan mekanizmayı öyle ya da böyle tetikleyerek devreyi keser ve daha fazla akım gitmesine engel olur.

Tahminime göre biz beynini aktif olarak kullanabilen yaratıklarda elektrik akımlarının türevleri ile çalışıyor olduğumuza göre bir takım sigortavari elemanlara sahibiz içerilerde bir yerlerde. Ani, yüksek yahut sürekli gelen akınlarda bu eleman koşar gider ve yetkili mercilere haber vererek türlü şekilde iletişimde olan noktaların iletişimini, etkileşimini keserek bir nevi imdada yetişir.

Hele bir de böyle gelip giden ani ve yüksek akımların etkisini arttıracak türlü katalizörlerle desteklenen olaylarda durum sanki bir miktar daha farklı cereyan ediyormuş gibi hissediyorum. Hissediyorum diyorum zira bir ya da sayılarını tahmin edemediğim bir kaç sigorta elemanı görevlerini itina ile yerine getirmiş gibi geliyor bana ve hatta hala daha ilgili elemanlardan haber alınamıyor olması içimde derhal arama kurtarma ekiplerine haber verilmesi ve bir acil müdahale ekibi kurularak duruma el koyması sağlanması gerektiği konusunda ince ince dürtüklüyor, yetmiyor aba altından sopa dahi gösteriyor.

Sigortalar atıp, şalterler indiği zaman önce elektriğe bağlı aletlerin bağlantısı kesilir ve şalter o şekilde kaldırılır ki olası bir aksaklıkta edevata zeval gelmesin.

Ben de ne yapmam gerektiğini düşünüyorum şu sıra, ince ince. Hangi edevatların akımla olan bağlantısını kesmeli ve hatta kaldırıp tavan arasına kaldırmalı onu tartışıyorum kendi içimde.

Hadi bakalım, şimdi sigara bul ki içesin.

Perşembe, Mayıs 15, 2008

Senfonik şarkılar çalıyor içimde

herkese selamlar edip, güler bir yüzle sohbet etmek gibi bir istek büyüyor içimde.

biliyorum ki ben olmadığım sürece çok şey kaçacak orada, üzülüyorum sırf bu nedenle.

hani biliyorum ya gözden ırak olunca insanın gönülden de uzaklaştığını, daha da üzülüyorum ileriyi düşündükçe.

içimde bir sıkıntı var. bu sefer sebebini bildiğim. gözlerimde bir yığıntı var, görmesinler diye gizlediğim.

bir şarkı çalasım var, silip silip yeniden başlamasını istediğim.

dostlarımı göresim var, kulak kesilip dinlemek istediğim.

isteklerim var evet ve sabırsızım bu konuda ama sabırlı olmak gerek, birinci kural olarak bildiğim.

şimdi gözlerimi kapatıp, uyumam gerek. istemiyorum.

ve ardından fonda senfonik bir ritim başlıyor, hani az önce dinlemek istediğim.

evet, hani uçurum demişti ya düşünür, seviyorsan yükseklerde yaşamayı, bir çift kanadın da olmalı!

çok sorum var. hani, nerede, kim, nasıl, neden diye başlayabildiğim ve aralarına "ama"ları yerleştirip, hiç beklenmedik bir anda orta yere koyup her şeyi berbat edebileceğim.

evet, sevdik uçurumları hiç olmadığı kadar!
bizi çeken ne yükseklerdi, ne de rüzgarın serinliği...

konuşmam gerek.
tüm bildiklerimi ardı sıra dizmeliyim.
hayır, belki de susmalıyım.
ya da dökmeliyim tüm yaşlarımı, kurutmalıyım içimi.

evet, hayat bize oyun oynuyor olabilir.
hayır, biz hayat denen oyunda oynuyor olabiliriz.

silemiyorum, başa dönemiyorum.
yapamıyorum, özlüyorum.

aklıma bir zaman ettiğim laflar geliyor, afallıyorum. evet, hayat diye yazılagelmiş bir oyunda olduğumuzdan süpheleniyorum.

bugün, o gün, son günmüş.

uzatmak istiyorum ellerimi, her bir şeyi unutup. tutup, çekip getirmek istiyorum yanına gidemediklerimi.

ne ben inanabiliyorum yapabileceğime, ne duyanlar gülmeden edebiliyor.

evet, biz zevk aldık diğerlerinin bulunmaktan zevk aldığı o yüksek yardan atlamaktan.

gitmek,
kalmak.

biz uçurumların meltem esintili yüksekliğinden yerin toprak kokulu sertliğine çakılmayı sevdik.

biz, uçurumları sevdik kanatlarımız olmadan.

gülüyorum.
söylesem mı?
ağlasam mı?

Salı, Mayıs 06, 2008

ben bir mülteciyim

Ben bir mülteciyim
Kendi yüreğimden başka
Sığınacak yerim yok yurdum yok

Ben bir mülteciyim
Yüreğime sığındım
Burda savaş çıksa bile ölen yok

Tüm hayallerin sonsuzluğa
Ve sona erebildiği yerdeyim
Tüm niyetlerin bedenleri varmışcasına
Görülebildiği bir yerdeyim

Ben bir mülteciyim
Yüreğimde yaşıyorum
Esir değil kul hiç değil
Kendimde yaşıyorum

Ben bir mülteciyim
Burda aslında sınır yok
Kazanmak kaybetmek yok
Bu güçten daha büyük güç yok

Artık eminim her şey içimde filizlenip
İstersem büyüyor bakmazsam çürüyor
Aşil topuğum aşktı,
Başka yüreklerde mutlu olmadım, yaşayamadım

Oysa içimde ne ok var ne de atan
Ne yön ne arka ön
İster yaşa ister sön

Ben bir mülteciyim
Yüreğimde yaşıyorum
Esir değil kul hiç değil
Kendimde yaşıyorum

Ben bir mülteciyim
Burda aslında sınır yok
Kazanmak kaybetmek yok
Bu güçten daha büyük güç yok

Ben bir mülteciyim
Kendi yüreğimden başka
Sığınacak yerim yok yurdum yok

Tüm kitapların arasında kurutulup saklanan
Anılarla dolu bir yerdeyim
Tüm sözcüklerin cümlelerden kurtulmuş gibi
İncitmeden özgür kalabildiği yerdeyim